VENEDIK 2018


16. Venedik Mimarlık Bienali’nin direktörleri Yvonne Farrell ve Shelley McNamara’nın belirlediği, “serbest mekan” veya “özgür mekan” olarak Türkçeye çevrilebilecek “freespace” teması, içinde barındırdığı potansiyeller ve bienali ilk defa iki kadın küratörün yönetiyor oluşu sebebiyle bende büyük bir heyecan ve merak yaratmıştı. Bu merak; hem yayılmaya devam eden #metoo hareketinin Venedik’e nasıl yansıyacağı, hem de bu yılki ana serginin, duyurulan temayı ele almak açısından, 2016 yılında Alejandro Arevena’nın yönettiği Cepheden Bildirmek -Reporting from Front- isimli sergi ile yakınlık gösterip göstermeyeceği üzerineydi.

Ne var ki, İrlandalı küratörlerin yönettiği ana sergi, ilginç tekil örnekler bulundursa da yanıt aradığım arayışlardan uzak. Daha çok lokal tekniklerin öne çıktığı bir yapı seçkisi sunmakla yetiniyor. Kürete edilmiş bir sergiden çok subjektif bir derlemeyi andırıyor ve tekdüze sergi düzeniyle bir kataloğa dönüşüyor. Birçoğu tanınmış katılımcılara ait, inşa edilmiş yapı elemanlarının parçaları veya alışılagelmiş soyutlama teknikleri ile yorumlanmış halleri de söz konusu kataloğa yerleşiyor. Sergi mekanları boyunca yerde uzanan metre de bu kataloğun sayfa numaralarını andırıyor. Bu seçkinin; son zamanlarda mimarlığın sosyal, siyasi veya akademik tartışmaların içerisinde kaybolduğunu, “işin özü” olan inşa etme pratiğinin ikinci plana itildiğini düşünen birçok mimarı memnun edeceği öngörülebilir. Bu açıdan serginin yapmaya, tasarlamaya dair bir heyecan yarattığını söyleyebilirim. Masaya veya sahaya dönüp işe koyulma hissiyatı yaratıyor. Böyle bir sergide Türkiye’den hiçbir mimarın bulunmaması da aklımda yer eden bir başka konu.

Venedik Bienali’nde ana sergi ile eş zamanlı yer bulan ulus pavyonları ve paralel sergilerin ana temaya uyma zorunluluğu bulunmuyor. Zorunluluk olmamasına rağmen, bazı ulus pavyonlarının ana sergiye göre tema ile daha iyi bağ kurduğunu söylemek yanlış olmaz. Temaya bağlanış biçimlerini, yaratılan karşılaşma ortamındaki diyalogları derinleştirerek bienalin önerdiği tartışmaya katkı koyması açısından önemli görüyorum.

Estonya Pavyonu’ndaki Zayıf Anıt -Weak Monument- sergisi, temaya yaklaşımı ile bu tartışmaya katkı koyan sergilerden biri. Sergi, bu sene mekan olarak Santa Maria Ausiliatrice Kilisesi’ne yerleşmiş. Bienalin iki ana mekanı olan Arsenale ve Giardini’nin tam arasında yer alan yapıdaki ana yerleştirme kilisenin anıtsal iç mekanı ile çatışma halinde. Ziyaretçilerini mermer zemin üzerine yerleşmiş kaldırım taşları, altarı kapatan beton duvar ve mekanın ortasındaki bank ile karşılıyor. Beton duvarın arkasına geçildiğinde, duvarın basit ahşap taşıyıcıları ve kontraplak iç yüzeyi ile kilisenin barok altar duvarı arasında kalan dar alana ulaşılıyor.

Bu dar alanda, Estonya’nın Rusya sınırına yakın bir bölgede bulunan Torma köyünde yüzü doğuya dönük yerleştirilmiş ve dizlerinin üzerine çökmüş asker heykelinin akıbeti anlatılıyor. “Doğudakiler”in gelişi ile heykelin yönünün batıya çevrilişi, ardından heykelin yeniden doğuya ve ardından tekrar batıya döndürülüşü, nihayetinde de patlatılışı… Aynı alanda, bir yandan da, ekonomik ve politik sebeplerden dolayı fazlaca tekrar edilmesi sebebiyle Talin’in hızla genişleyişinin sembolü haline gelmiş basit bir yapı çekirdeği de anlatılıyor.

Küratörler anıt kavramının Estonya kültüründe yer almadığı, dışarıdan empoze edildiği iddiasında. Bu anlamsal boşluğun dikkatlerin daha basit şeylere yoğunlaşmasına sebep olduğunu söylüyorlar. Proje, dile getirilen örneklerde olduğu gibi, temsiliyetin, sembolikliğin ve saklı söylemlerin anıtlardan gündelik mimarlık örneklerine doğru yön değiştirmesini sade ama etkili şekilde sunuyor.

İsrail Pavyonu, çatışmalı coğrafyasında “birlikte yaşamayı kolaylaştırmak” için kutsal alanlarda uygulanan kuralları ve bu kuralların yarattığı hassas durumları mimarlık merceği ile inceliyor. Çatışmalardan dolayı ikiye bölünmüş, güney kısmına sadece musevilerin kuzey kısmına ise sadece müslümanların girmesine izin verilen Atababalar Mağarası’nın kutsal günlerde yirmi dört saatlik periyotlarla iki dinin mensupları arasında el değiştirerek kullanılışı bir video yerleştirmesiyle belgeleniyor. Bir başka örnekte ise, Mescidi Aksa’nın üst katına ulaşmak için inşa edilen geçici yaya köprüsünün çatışmanın sembolü haline gelişi ele alınıyor. Müslümanların kullanımına izin verilmeyen Mughrabi köprüsü ile mimari bir elemanın nasıl siyasallaşabileceği irdeleniyor. Büyük bir bölünmüşlüğü mimarlık üzerinden belgelemeye çalışan bu serginin isminin “Statüko: müzakere mekanları” -statu quo: structures of negotiation- olması da içeriği ile tartışan, anlamlı bir iletiye dönüşüyor.

Vardiya ise “Bienal nedir? Bienal ne için var? Bienal kimin için var?” sorularını önce mimarlık öğrencilerine yöneltti, bienal süresince ise ziyaretçilerine soracak. Bu şekilde, bienalin yarattığı bu karşılaşma fırsatında kendi kendini çoğaltan, sınırlarını genişleten bir üretim ve tartışma alanı yaratacak.


Erdem Tüzün